Prof. Dr. KORAY  TOPGÜL

Sinemamızın 100. Yılında bir büyük hediyeydi bu. Nuri Bilge Ceylan, bir çok defa değişik ödüller aldığı Cannes’da bu kez tam 12’den vurdu. Bu deyim çoğu zaman biraz şans kavramı  içerse de filmi izleyince bu ödülü ne kadar  hak ettiğini, emeğin ve birikimin önemini görüyorsunuz. Ustaları izlemeyi seven bizler de  Altın Palmiye ödülünü kapan bu Ceylan filmini daha ilk seansında izlemeye koştuk. İşte filmin  bizde yarattıkları ve filme dair birkaç not;

Öncelikle filmin çekim tekniği ve fotoğrafik yaklaşımı çok etkileyiciydi. Zaten önceki filmlerinde de fotoğraf sanatçısı temelini sinemaya aktarışını hayranlıkla izlediğimiz Ceylan bu filmde de hem de Kapadokya gibi görselliği zengin ve farklı bir coğrafyayı çok da kullanmadan, görüntüleri bu avantaja yaslamadan mükemmel bir iş çıkartmış.

Diyaloglar uzundu, zaman zaman zorlama hissi verse de oldukça gerçekçiydi. Uzun diyaloglu sahnelerin çok az planla, bütünlüğü bozulmadan çekilmiş olması çok etkileyiciydi. Özellikle Haluk Bilginer ve Demet Akbağ’ın aralarında geçen hayli uzun, karşılıklı eleştiriler ve zorlayıcı yüklenmelerin olduğu bir sahne neredeyse iki planda çekilmişti ve diyaloglar birbiri üzerine binerek, doğaçlama havasında gitmekteydi. Sanırım bu sahneler ancak böyle deneyimli oyuncularla aşılabilirdi. Nuri Bilge Ceylan filmin çekimi için teklif götürdüğü Haluk Bilginer’den 4 defa ret yanıtı almış. Haluk Bilginer yoğun programı dolayısıyla projeyi kabul edemeyeceğini bildirmiş. Ancak Ceylan çekimleri ona göre ayarlayarak bu zorluğu aşmış. Sanırım çok da iyi yapmış. Bu uzun edebi diyalog içerikli sahneler aynı zamanda  senaryonun yazımının ve bunun çekiminin ne kadar sağlam yapıldığını göstermektedir. Dolayısıyla 3 saat 16 dakika bizi hiç zorlamadı.

Filmde felsefenin zorlanması iyi olmuş. Böyle bir örneği izlememiştim. En azından bizde. Çehov, Volter gibi birçok filozof ve yazardan alıntılar uzun, çekişmeli, karşılıklı tartışmalarla giden diyalogların içine tam da hayatta yerlerine oturacak, karşılıklarını bulacak şekilde yerleştirilmiş.  Zaman zaman izleyicide “ bir dakika, aslında ben de şöyle düşünüyorum..” diye lafa girecek bir istek yaratırken bir yandan da öğreten bir merak uyandırıyordu.

Tiplemeler de bir o kadar gerçekçiydi. Öğretmen, kahya, imam, çocuk…Her karakterin güçlü, fedakar, iyi yanı kadar zayıf ve kötü bir yanı vardı. Örneğin öğretmen, fedakardı, anne ve kardeşine yarı aylığını gönderiyor, kız kardeşi evlenmeden evlenmeyi planlamıyordu, çocuklar için bir projeye katılıyordu. Ama içtikten sonra gizli komplekslerini sinsi eleştiriler altında açığa çıkarıveriyordu.

Bir yanda varsıl ve daha çok entellektüel bunalımlar içindeki insanlar, diğer yanda yaşamını sefalet girdabında sürdürmeye çalışanlar vardı. Her iki tarafın da iyilikleri kötülükleri birbirine karışmıştı. Önyargıların çok aşılamadığı, ancak insanların bu ön yargılara neden olan özelliklerinin hayata dair çabaları ve iyi yanlarının bir parçası olduğu da vurgulanmıştı. Bu her zaman doğru olmayabilir, ama durup düşünmeli insan diyordu.

Nejat İşler’in paraları yaktığı sahnede çocuğun (yakında ateşlenmiş, hastalanmıştı) kapıdan bakışında dudak kenarında uçuk bile gerçeğe uygun olarak yerine konulmuştu. Gerçekçi sinemanın gözden kaçırmayan, önemsenen detayları atlanmamış, oradasın hissini her aşamada vermişti.

İstasyon sahnesinde belli ki tipili bir hava beklenmişti (eğer yaratıldıysa mükemmeldi). İstasyondaki diyaloglar, oturmak için yer verme daha doğrusu vermeme sırasındaki konuşmalar da insanoğlunun küçük hesapları, kurnazca ama herkes kadar kurnazca yaklaşımları konunun içine serpiştirilmişti.

Sonuçta herkes kendi kış uykusundaydı ve belli ki uyanmak zor olacak. Karşılıklı sert eleştiriler vardı. Her eleştiri er geç ciddiye alınır, yok kabul edilemez. Aydın kesimden, din adamına, kadından öğretmene, zenginden fakire hepimize bir pay düşmüş. Hepimiz payımıza düşeni alabiliriz ama kullanabilir miyiz, pratik hayatımıza yansıtabilir miyiz bilmiyorum. Bence mükemmel bir filmdi.

Kış Uykusu Cannes’da sadece Altın Palmiye ödülünü almadı. Aynı zamanda FIPRESCI Ödülü’nü de aldı (uluslararası bir sinema yazarları örgütü ve bu örgütün dağıttığı ödül). Bunun da pek sık rastlanan bir durum olmadığını belirtelim. Haluk Bilginer’in Milliyet Sanat Dergisi’ne verdiği kısa röportajdan filmin ilk oynatımında seyircilerin 10 dakika ayakta alkışladığını, alkışlar durmayınca da  festival başkanının millet yorulmasın diye oyuncuları ve kadroyu salondan çıkardığını öğreniyoruz.  Jüri başkanı Jane Campion, ödül töreninden sonra, “ Ben 3 saat 16 dakikalık filmi izlemeye giderken çok korkmuştum önce. Çok uzun bir film, ne yapacağız acaba diye..Fakat film bittikten sonra keşke 2 saat daha olsaydı” demiş.

Bu arada filmin IMDB puanı (Internet Movie Database) 9.4. Uzun zaman ve hala zirvede olan  “Esaretin Bedeli”nin IMDB puanının şu an 9.3  olduğu düşünülürse bu çok çok yüksek. Ve bu film bunu sonuna kadar hak ediyor.

Bir yanda coğrafyamızdaki vahşilikler ve ülkemizde sanatçı olmanın zorlukları sürüp giderken, bir yandan da Fazıl Say ve Nuri Bilge Ceylan gibi ustalar bizi havalandırıyor. Onlar ve onlar gibi sanatçılar bizlere işini özgün ve iyi yapmanın insanı nasıl da özgür kıldığını gösteriyorlar.

“Bu ödülü Türkiye’nin gençlerine ithaf ediyorum. Geçen sene hayatını kaybeden gençlere ve ölen madencilerimize adıyorum.” Nuri Bilge Ceylan